29 Ekim 2012 Pazartesi

Biber Gazı Cumhuriyeti

29 Ekim'in gündemine cumhuriyet bayramını kutlamak isterken polisin biber gazlı, gaz bombalı, tazyikli sulu engellemeleri darbe vurdu. Her ne kadar televizyonlar ve medya göstermek istemese de, kişi sayısını sallasa da bugün olanlar gerçeği apaçık gösterdi. O yüzden ben de böyle bir başlıkla yazmak istedim.

Türkiye'nin dört bir yanından onbinlerce kişi Mustafa Kemal ATATÜRK'ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti'nin yıldönümünü kutladı. Haber programı gibi başladım ama öyle devam etmeyeceğim, merak etmeyin. Kimi şehirler yağmur var diye kapalı spor salonlarında kutlamış kimi şehirler de açık alanlarda çoşkuyla kutlamış. Askerler, çocuklar ve gençler neşeliymiş göründüğü kadarıyla. Keşke her şehirde böyle bir bütünlük ve mutluluk olabilseydi.


Büyükşehirlerin gözbebeği İzmir'de layığıyla bir kutlama ve yürüyüş yapıldı her zamanki gibi. İstanbul yine bilindik kutlamaları yaptı ama tek farkla. Bu sefer Cumhuriyet ruhu vardı kutlayanlarda. Gelelim kutlaması yasaklanan başkent Ankara'ya. 29 Ekim Cumhuriyet için seferberlik yürüyüşü için ulus'ta 1. mecliste yani ilan eden mecliste toplanan 100.000'i aşan kişiler ankara'nın ve türkiye'nin dört bir yanından kalkıp geldi saat 11:00'da. TGB ve diğer örgütlerin varlığı bir olay olacağını belli ediyordu. Ankara'da olaysız bir kutlama vs olmazdı zaten ama bu sefer çıkan olayın sanırım açıklaması yok. 11:20 civarlarında Ankara Polisi -Türk Polisi aslında- kendilerince kurdukları ''Biber Gazı Cumhuriyeti''nin yıldönümünü vatansever vatandaşlara sıkarak kullandılar.  Bu sefer canlı tanıktım. Hasta olan teyzeler, yaşlılar, bebek arabasındaki bebekler vardı biber gazını sıktıkları yerde. Kalabalığı dağıtmak için sıkmışlar. Oradaki kalabalık terör eylemi için bekliyordu, o yüzden asayiş berkamal yaptıklarını zannettiler sanırım. Türk bayrağına da alerjileri olacak ki, türk bayrağı açan insanları tekmeliyorlar, coplarla vuruyorlar. Oradaki insanlar ''Biber Gazı Cumhuriyeti''ni yıkmak için de orada olabilirlerdi ki zaten öyleydi. Meclisin yakınına kurulan barikatları yoğun biber gazına rağmen yıktılar. Alaşağı ettiler, polis de bunu fırsat bilip bildiği bütün insan dışı engellemeleri kullandı. Helikopterle gaz bombası attı meydana, tanklardan tazyikli suyla vatandaşları ıslattı. Ambulans geldi ama yetmedi, biber gazı insanlara yetti. İleride olan olayları görmedim ama daha kötüsü olduğuna eminim. Polislerin bu kadar vahşet içerikli uygulamaları olacağını -en azından bugün- düşünmüyordum. Niyetleri ne olursa olsun, karşıda kimler olursa olsun orada Türkiye Cumhuriyeti'nin 89. yılını kutlamaya gelen vatandaşlardı ve bu yaptıkları tarihe kara leke olarak geçti. İnsanlar polise nasıl güvenecek, nasıl emanet edecek mal ve can güvenliğini. Namusu söylemiyorum, o zaten allaha emanet. Polislere emanet edersek o da gidebilir, işi sağlama almak lazım. Evimize hırsız girdiğinde yardım istediğimiz polis, kutlamalarda biber gazı sıkabiliyor. Bu kadar bıçaksırtı bir ülke olmuşuz, çoğumuzun hala haberi yok. Ankara'da uyuyan çok insan vardı. Kaç gündür konuşulan yasak haberleri ve diğer olan olaylar -bayramlara ambargo- artık herkesin sabrını taşırdı. 29 Ekim'i normal günmüş gibi yaşayanlar bile bugün orada haykırdı ''Mustafa Kemal'in askerleriyiz'' diye. Karşımızdaki polisler de Türkiye Cumhuriyeti polisi değildi, onlar Biber Gazı Cumhuriyeti'nin polisiydi ve görevlerini layığıyla yapmışlardı. Emniyet hala yaptıklarından gurur duyabiliyor ve duyacak da. Bu kadar rahat yaptıkları ve alışkanlık haline getirdikleri engellemelerle ve baskılarla gurur duymayacaklar da ne yapacaklar? Başka gurur duyacak bir şey yapmadılar zira. Öyle bir noktaya geldi ki, sussan bile polisin tehditi altındasın. ''Bana karşı gelirsen, muhalif olursan olacaklara ben karışmam'' tavrında. Bu polislerin iyi huylularına sokakta denk geliyoruz bazen. Ters bir harekette hapise atıp işkence yapma yetkileri var ve bu yetkiyle kendini şehrin azizleri sanıyorlar. Kökten bir değişiklik olmadıkça ''fedai'' olarak kalacaklar ve böyle manzaralarla daha çok karşılaşacağız.


Cumhuriyet'in ilanından sadece 89 yıl sonra ülkenin böyle bir durumda olması garip. Sadece ''89'' yıl. Eski zamanlarda çok kısa bu süre, şimdi nasıl geçmiş diyor insan. İşin acı tarafı 10 küsür yıllardan teşkilatlanmaya başladılar. Artık çok geç diyebiliriz kurtarmak için. Yine de bugün Ankara'daki polisin bütün uygulamalarına rağmen toplanan kalabalık umut oldu Cumhuriyet'e. Yapılanlara ses çıkarıldı ilk defa kitlesel anlamda. Çoğu kişi kalabalığı hayretle izledi. ''Anıtkabir'in açılışından sonra anıtkabir'de böyle kalabalık yoktu herhalde'' dedi herkes. 29 Ekim sokakta kutlanacaksa Ankara kırdı zincirlerini, başları pek güzel başlamadı hatta çirkin olaylar oldu ama yılmadı kimse. Sonuna doğru herkes tek yürek olup Anıtkabir'e yürüdü. Ankara'da gelemeyenleri de işin içine katınca Cumhuriyet'e tam anlamıyla sahip çıkıldı. Belki tekrar gelmeyecek bu görüntüler ama kimsenin sindirmeyeceğini gösterdiler. Gün gelecek, herkesten hesap soracak bugün yürüyenler. Az olmadıklarını gördüm. ''Biber Gazı Cumhuriyeti'' ve fedailerini ezip geçtilerse, direndilerse hala bir umut var demektir. Türkiye Cumhuriyeti'nin 89. yılı kutlu olsun! Biber Gazı Cumhuriyeti'nin ise gazası mübarek olsun. Güzel günler görmek dileğiyle.









25 Ekim 2012 Perşembe

Eytere Bea

İlginç bir başlık, öyle değil mi? Son 2 saattir uğraştığım işlerin bende yarattığı stresin dışa vurumu aslında tamamen. Onun dışında hoş bir ''yeter ulan'' deme şekli.

2 saate yakın bir süredir okuduğunuz blogu adam etmeye uğraşıyorum. Ivır zıvır ayarlarını yaptık, seviyeli ilişkimin olduğu java'yı buraya uyarlayamadığım için kafayı yemiştim ta ki fark edene kadar. Kolay olan şeyleri zor yoldan çözmeye bayıldığımı söylemeye gerek kalmadı sanırım bunları anlattıktan sonra. Blog türevleriyle aram pek iyi değildir ama tamamen de ilgisizim denemez. O yüzden karşınızdaki blog evrimleşme sürecini kazalarla tamamladı. Daha da gelişecek, göz zevkinize ve benim zevkime hitap edecek.

Bu uğraşlarımdan şunu anladım ki, yazmak önemli değil. İster kağıda ister internet sayfasına yaz ama süslemeler olmadan olmuyor. Kağıtta kafiyeli cümleler, burada arka plan ve ıvır zıvırları. Üşenmek ile yol kat edilmeyeceğini anladım, biraz geç oldu tabii ki. Zararın neresinden dönersen kârdır diye boşuna demiyorlar. Kârlı oldu benim için, sayfayı geliştirdim saç baş yola yola. 

Konu dışı yayın gibi gözükse de başka bir şeyler yazacakken aklımın buna çalışması yazmamı engelledi. Artık başka bir zamana hikaye, deneme, ıvır zıvır ve değişik şeyler yazarım. Başlıktaki nidanın da hakkını vermeden bitirmek olmaz sanırım. 

''Eeehhh eytere bea blog işleri ne zormuş be, bakacağız bir çaresine. İmanıma yetti gari''

13 Ekim 2012 Cumartesi

Kış Geldi

Bembeyaz karların gelmesine yaklaşık 1 ay kadar kalmasına rağmen kış geldi. Game of Thrones'ın ''Winter is coming'' lafını bütün yaz söylediler. Dediler ama inandıramadılar, bu sefer gerçekten geldi kış.

Evde bile üşüyorsan kış gelmiş demektir. Mandalinalar olgunlaşınca C vitaminine vuracak herkes kendini, ben de dahil. Yediğim ender meyvelerden biri olan mandalinayı asla kaçırmam kışın. Portakalından muzuna kadar bütün nimetlerini sömürmek lazım. Hastalığa birebirler.

Kışın güzelliği sadece mandalina ve yiyecekleri değil elbette. Etrafı bembeyaz yapan, ''gri''yi beyaza çeviren yoğun yağan karları da güzelleştiriyor. Kış turizmini tercih edenler gün sayıyordur herhalde. Uludağ'a gidip görmek lazım kışın. Her kış olduğu gibi yüksek yerlerde çocuklar poşetlerini alıp kayacaklar, kestaneyi çizdirmemek için çok çaba sarf edecekler. Atkı, mont, içinde 5 kat giysiler... Bunlardan insanların yüzü görünmeyecek. Sohbet ettiğiniz kişinin yüzüne bakın.

Kardan adam yapımları başlayacak, havuç sadece kardan adamın burnu için kullanılacak. Kartopunu en hızlı yapan takım, kartopu savaşlarını kazanacak. Savaşta en pis şeylerden biri, gözünüze kartopu gelmesidir. Şişerek 2 gün size bir şey yaptırmaz. Dikkatli oynamakta fayda var. Çizme, botlar giyilecek. Eskiden altı keskin, demirden yapılmış ''buz kıran'' tabanı olan botlar vardı. Buzda yürüyememek kavramı ile ilk onları kullanamadığım zaman tanıştım ve hala kışın kayarak gidiyorum bir yerden bir yere. Artık öyle botlar yok.

Bütün kış evde nasıl geçecek? Şömineyle değil tabii ki. O kadar zengin değiliz çoğumuz en azından. Kombi ya da merkezi sistem ne kadar ısıtırsa o kadar. Buz kalıbına dönmeyeceğini bilmek donmanın bütün heyecanını öldürüyor. Havadan dolayı her konuştuğunuzda sigara içiyormuş gibi buhar ve duman çıkacak ağzınızdan. Hohlayıp araba, otobüs, dolmuş camına ad yazmalar, şekil çizmeler de ayrı cabası. Hiç anlamı yokken can sıkıntısından farklı anlamlara bürünüyor yapan için. Çizdiğim ve yazdığım sayısız şey vardır cama. Hepsinde çok eğlendiğimi itiraf ediyorum. Parmak kirleniyor ama değiyor.

Bu aralar yağmur seyrediyor, karlara ortam hazırlıyorlar. Yağmur bereket, kar mutluluk getirir. Kar ne kadar çoksa o kadar mutluluk nedeni vardır. Çıkıp kendinizi karlara bırakabilirsiniz, taşırlar hiç şikayet etmeden. Eğer ilk kar akşamüstü siz evinizdeyken yağarsa kahvenizi alın ve manzaranın keyfini çıkarın. Yüksek yerlerde oturanlar karla oynarken biz yağmurda sırılsıklam olabiliriz ama illa ki gelecek. O burun kırmızı olacak! Karların olduğu yere sıcak su dökmek ise tamamen zevk meselesi. Anında kaynayıp çok güzel sesler geliyor.

Aslında yaz çocuğuyum ben, yazın ortasında doğdum ve yaz özlemi çekerim genelde büyün kış boyunca. Yine de kışın saymakla bitmeyecek, yaşanacak çok özelliği var. O yüzden farklı, o yüzden etkisi sonbaharda devam ediyor etkisi. Kar geldi mi inat yapıyor herkese, aylardır kalkmıyor indiği yerden. Saf kar yağışının getirdiği sıcaklığı seviyorum ben. Dondurucu soğuk ve ayazla birleşirse tipi yani kar fırtınası olur. Herkes evde kalmak zorunda kalır. Kışta zaman yavaş geçer, değerlendirmek lazım. Ne zaman kış denilse ve bunları yazacak kadar kafayı bozsam aklıma Tori Amos'un ''Winter'' şarkısındaki ''I get a little warm in my heart
when i think of winter'' sözleri gelir. Hakikaten öyle hislerim. Umut depoluyorum. İçimdeki iyi şeyler donuyor ta ki kış bitene kadar. Söz Tori Amos'da;








7 Ekim 2012 Pazar

Şizoşems Şemsettin

Sana hak vermiyor değilim ama Şemsettin, zaman kötü. Aslında ne sen ne ben deli falan değiliz. Herkes oynatmış, sadece sen ve ben normaliz ama şemsettin laf aramızda... laf aramızda.. şemsettin laf aramızda kaldı, çıkamıyor. Kendini ifade edemiyor bir türlü.

Ama çok dikkatli olalım Şemsettin, sen de fark ettin. Zaman kötü, en iyisi biz işi deliliğe vuralım. Sen kedilerden kork işkembesin diye, ben insanlardan korkayım iskemleyim diye ve iskemle üzerinde işkembe, çarşamba, perşembe... Gün say şemsettin gün say. Çünkü nasıl olsa bir gün gelip bizi alacaklar. Bu işten yırtmak için saat numarası yapalım. Sen yelkovan ol, ben yengeç. Sonra onlara tek bir cevap verelim;

vakit çok geç...

http://www.youtube.com/watch?v=bRddO-Z5luo

5 Ekim 2012 Cuma

Hayal Gemisi



Ben bir hayal gemisinde kaptanım. Sonsuza uzanan okyanuslarda pusulasız geziyorum. Mürettabım var, hepsinin birbirinden farklı ve güzel hayalleri olan. Yolculuktan olsa gerek yavaş yavaş hayallerini kaybediyorlardı. Kara görünmüyordu, hava kötüydü. Kara bulutların eşliğinde ilerliyorduk.

Bu gemide mürettebat dahil geminin bir bütünü hayallerden oluşuyor. İnsanlar gerçeği bir yana bırakıyor, hayalleriyle süslüyordu gemiyi. Bayrağımızda herkesin bir katkısı vardı. Gören ''yabancı sulardasınız'' diye uyarabilirdi. Yolcuları değil ''hayalci''leri taşıyordu okyanus üzerinde. Dizaynı da değişikti, alışagelmiş gemi dizaynında değildi. Kendisiyle hayallerine doğru giden insanların istediği şekilde düzenlenmişti.

Tek sorun vardı, o da hayalleriyle beraber kaybolmalarıydı. Sevdiklerine ve yakınlarına ulaşabilecek bir araç yoktu. Hoş, olsa da okyanusun ortasında işe yaramazdı. Yaşamalarına yetecek kadar yiyecek ve içecek stokları vardı. O yönden çok sıkıntı çekeceğe benzemiyorlardı, en azından şimdilik. Kimse beş saniye sonra ne olacağı hakkında en ufak bir şey dahi bilmiyordu ama hayalleriyle avutuyordu kendini. Süprizleri hayallerden daha çarpıcı olacağına inanıyorlardı, bekliyorlardı o yüzden.

Hiç kimse gerektiğinden fazla konuşmuyordu gemide. Sessizliği havadaki kuşların sesleri ve arada sırada konuşanlar bozuyordu. Kimse ne diyeceğini bilmiyordu. Kaptan olarak duruma el atmamın zamanı gelmişti. ''Hepiniz buraya bakın!'' diyerek dikkati üstüme çekti. Onlarca kişi bana döndü, ne diyeceğimi merak eder halde. ''Herkes sakin olsun, bu kötü havadan ve bitmek bilmeyen okyanustan kurtulacağız. Ben inanıyorum, siz de inancınızı kaybetmeyin. Hayalimiz kadar kuvvetli olalım. Kara görününce çok mutlu olacağız'' diye kısa bir konuşma yaptım. Umut aşıladım adeta. Herkesin gözleri parıldadı. Ben de pozitif duygularla doldum. Dümenin başında gemiyi kontrolümün altına aldım. Tam gaz gidiyorduk. Önümüze buzdağı çıkmazsa böyle gidecektik. Okyanusta bu kadar yalnız olacağımızı düşünmemiştim hiç. Aslında okyanusta olacağımı aklımdan bile geçirmiyordum. Görebildiğimiz yerlerde sadece biz vardık. Saatler günleri kovaladı ve sayamadığımız günler geçti. Aklıma çok ilginç bir fikir geldi. Herkes sağlamdı fiziksel olarak. Bulduğum kağıtları herkese eşit parça gelecek şekilde yırttım ve hayallerini yazmalarını söyledim. İçki stoğumuz tükenmişti, boş şişeleri saklıyorduk. Hepsi mürettabata ve diğer kişilere yetecek kadardı. Hepsini bir şişe verdim. Hayalinizi yazdıktan sonra şişeye koyun ve denize fırlatın, dedim. Bize bir şey olursa bizden bir kalıntı bulacaklardı denizde. Herkes aynı anda şişelerini denize attılar. Ben de yazabildiğim kadarını yazıp şişeyle beraber yolladım denizin derinliklerine. Tam gaz devam ettik yol almaya...

Bundan tam 1 yıl sonra araştırmaya çıkan güvenlik gemileri şişeleri bulurlar. Karaya döndüklerinde hepsini açıp okudular. Birbirinden farklı ve gerçekleşmesi mucizeye bağlı hayaller vardı. Kimilerinin çok masumdu, kimilerinin de bir o kadar aşk dolu... Sevgi isteyen bile vardı. Sevgilisini görmek isteyenler de az değildi. Üç kişi her şeyin dengede olduğu bir hayat istiyordu. En son açılan şişede ise aynen şu yazıyordu: ''Bunların hepsi birer hayaldiler. Şaşırdığınıza eminiz, biz gemimizi hayallerimizle yürüttük ve kaybolduk sonsuz okyanusta. Bizi bulmaya kalkmayın, gittiğimiz yere sadece biz gidebiliriz. Hayalime gelince, herkes bizim gibi hayallerini gerçekleştirmek için yola çıksın''

22 Eylül 2012 Cumartesi

Kararsızlıkta Kararlılık

En kötü karar bile kararsızlıktan iyidir diye boşuna demiyor kimse. Kararsız insanların en kötü kararı bile verememesi, onları uçuruma sürüklüyor. En kötüsü de o uçurumdan çıkmaya karar verse bile her şey çok geç oluyor.

Kararsız insanların başardığı şeyler karar alamadığı basit konular olur genelde. En azından benim öyle. Ne yârdan vazgeçerim ne şerden misali bir şeye karar verirken kılı kırk yararım. Belki de karar verme yetimi kullandırmadıkları için böyleyimdir. En iyisi olsun isterken ne iyi ne kötü olabiliyor istenilen şeyler. İstemediğin şeylerin başına gelmesi de aynı paralelde gerçekleşiyor.

Bütün bu klişeleri niye kullandım? Bilmiyorum, sadece ''karar veremedim'' nasıl yazacağıma ya da nasıl işleyeceğimi. Kararlar ne kadar keskinse başarı o kadar yakındır. Pişmanlık konusu ise koca bir derya. Girersek çıkamayız. Hayatı keşkelerle geçirmek yerine kanser olup ölüm korkusuyla geçirmeyi tercih ederim. Ölüm korkusunda yapabileceğin bir şey yok, sadece şanssızsındır. Keşke dediğinde ise suç tamamen vicdanındır. Günden güne süründürür seni, öldürmez ama süründürür.

Kararsızlık ilişkileri nasıl etkiler? Bir şeye, gideceğin yere karar veremediğin için yanındaki adam senden soğur haliyle. ''Bir şeye de karar ver ya'' şeklinde tepkiler gelebilir. Kararsızlığın altında yine ''güzel olması için uğraşıyorum'' mesajı vardır ama karşı taraf o mesajı almaz, hissetmez bile. Hissetmemekte de haklıdır. Kimse kimsenin keyfini o kadar bekleyemez. Erkekseniz ilişkileriniz yok olabilir bunun yüzünden. Kadın iseniz işiniz daha kolay. Erkekten bekleyip üstünü örtebilirsiniz. Arkadaş grubunda iseniz kararı grubun lideri olan versin, uğraşmayın.

Sonuç olarak, kararsızlıkta kararlı olmayın. İstediğiniz her konuda istediğiniz kararı verin, yanlış da olsa. Senin kararın, her şeyi belirler. Kararı verip uygulamada takılıyorsan, korkma. Zamanla uygularsın uyguladığını bilmeden. Önemli olan karar verip kararlı olmak. Herkese keskin kararlar dilerim!

15 Eylül 2012 Cumartesi

Bir Garip Hikaye


Günün birinde masallara inancını kaybedecekti küçük çocuk, bilmiyordu. Masallarla uyutuldu hep, uyandığında acı gerçek ile karşılaşması çok çetin olacaktı. Hayatın gerçekleri birden vuracaktı yüzüne. Masallardaki toz pembe gelişen olaylar, gerçek hayatta olmayacaktı.

Büyüyecekti, farkında olmadan. Sevdiği şeyleri unutacaktı, başka şeyleri sevip başka şeylerden nefret edecekti. En önemlisi de nefret duygusuyla tanışacaktı. Gözleri kızarana kadar gözyaşları süzülecekti gözlerinden. Hayal kurmaya vakti bile olmayacaktı. Öyle çocuklar, insanlar çıkacaktı ki karşısına, hiçbiri kalıcı olamayacaktı kısa sandığı hayatta. Annesi değişecek, babası daha çok değişecek. Ablası/abisinin sevgisi asla değişmeyecekti. Şapşal şapşal baktığı kızı bir daha asla göremeyecekti. Günler geçiyor, her geçen gün bunların olma zamanı yaklaşıyordu. Çocuk hiç farkında değil. Sanki algılarını dondurmuşlar ve zamanı ilerletmişler gibi. Aklına bambaşka şeyler giriyor. İlk defa üzülüyor, gördüğü her şey değişiyor ve bir şey yapamıyor değişmemesi için. İmkanı olsa değişmelerine kesinlikle izin vermeyecekti çocuk. Boyu uzayacak, kilo alacak, aldıklarını verecek; kazanıp kaybedecek. Fiziksel görünüşü de değişecek tabii, tatlılığı giderek azalacak. Kötü düşünceler içindeki tatlılığı da öldürecek. Ne kadar koruyabilecek kimse bilmiyor. Gece vakitlerinde ilk defa uyuyamayacak. Sabah her zaman kalktığı saatte yaşamak yerine uyuyacak yorgunlukla. Mışıl mışıl uyuduğu uykular olmayacak artık. Rüyada ne gördüğünü hatırlamayacak, hatırlasa da kötülerini hatırlayacak. Birdenbire karar vermek durumunda kalacak ve yanlış kararı kendinden emin bir şekilde seçecekti. Bal kabağı sandığı şeyler kendisine en sevmediği yemek gibi gözükecek. Tiksinmeyi, iğrençliği, çirkinliği en önemli de çirkin olmayı öğrenecek. Boşlamayı öğrenip önemsemeyi hatırlayacak. Ezilecek, ezecek, tahammül edemeyecek bunların hiçbirine. Bu arada sevmediği yemekler de olacak, eskisi gibi içindekileri bilmeden zevkle yemeyecek yemekleri.

Uzağı görecek, düşleyecek. Ne yazık ki hiçbir zaman gidemeyecek. Nerede yanlış yaptığını düşünürken strese girecek. Stresle beraber kötü olaylar istedikleri takdirde peşini bırakmayacak, sürekli kovalayacak. Her an mutlu anları düşleyecek. Gezmek isteyecek görmedikleri yerleri. Gezdiği yerdeki insanlara garip garip bakacak. Sıkılacak çoğu şeyden, başka bir şey yapamadığı için mutsuz olacak. Çevre kavramını öğrenecek, çevredeki insanlar dahil her şey onu etkileyecek. Bazıları derin yara bırakacak ve istemediği anlarda kanayacak. Masum olan her şey ona masallara inandığı küçüklüğünü hatırlayacak. Bir bisiklet, bir oyuncak araba, bir park... Tatlı sözleri duyamayacak, dış sözlerden hoşlanmayacak. İlgi alanını bilemeyecek, yanlış alanlarda harcanacak. Yeni eşyaları, giysileri olacak. Oyunun yerini sıkıntılar alacak. İstediğini elde etme konusunda hırslanacak. Bu hırs ona bazen pahalıya patlayacak. Büyüklerin yönlendirilmesi bir yere kadar gelip oradan uçuruma bırakılır gibi bırakılacak. Tek başına olacak çoğu zaman, kendi kendine konuşmayı öğrenecek. Düşünüp irdelemeyi öğrenecek. Sınırlar tanıyacak, onları aşmaya çalışacak. Yalnızlık ne demekmiş onu öğrenecek, arkadaşlarıyla vakit geçirecek. Anlamlar yükleyecek çoğu şeye, yarısının içi boş olacak. Hayatı çözmeye çalışıp yorulacak. Eskiyi çok özleyecek her zaman.

Hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığını görünce, değişecek. Olaylar, durumlar, kişiler apayrı olacak. İçindeki küçük çocuk değişen her şeye inat değişmeyecek. Anlatamayacak kendini o küçük çocuk. Günün birinde mecburen içindeki çocuğa zarar verecek aklını karıştırıyor diye. Zararını yine kendisi görecek, çocuğun dönemi değil artık çünkü. Kararlarından ve yaptıklarından kendisi sorumlu. Nerede o masallara inanan, masallarda yaşayan ve mutlu olarak gülebilen çocuk, nerede şimdiki hayatın gerçeklerini öğrenen ve zaman zaman sadece mutlu olabilen çocuk? Çocukken zaman içerisinde evrim geçirdi, kendisini yeniledi. Tutunmaya çalıştı bir şekilde bu değişikliklere, zor da olsa tutundu.

Bütün bunları bilmesine rağmen tek bir şeyi bilmiyordu: Ölüm... 4 harfli bu karanlık isim, onun sonu olabilir miydi? kendisi de kimsenin bildiği gibi ölümü bilmiyordu. ölüm tehlikesi atlatmayan ya da ölümü tadmayan bilemezdi. sadece duymuştu 4 harfli ''ölüm'' ismini. merak etmişti bu değişimler içinde. değişiklikler yüzünden acı çekiyordu sürekli. acı duygusunu nefret duygusundan önce tanımıştı. ''ölüm''ün kurtuluş yolu olduğunu sanıyordu, duyduğu yerden. içten inanmıştı ölümün kurtarıcı olduğuna. etrafındakiler hiçbir şeyin farkında değil ya da önemsemiyordu bu olaylar gelişirken. büyüklerin yönlendirmesinin içinde ''ölüm kötü bir şeydir'' ifadesi yoktu. o yüzden iyi bir şey sandı. nasıl gerçekleştireceğini bilmiyordu, kimse ölmek isteyip ölemez zaten ama o nereden bilsin? daha anlamayacak kadar küçük. inanmıştı bir kere ve ne yazık ki gerçekleştirildi. tek başına olduğu zaman dışarıda bir trafik kazasına kurban olmuştu... her ne kadar kurtarılmaya çalışıldıysa da kurtarılmadı. değişimlerin dünyasında yoktu artık, insanların deyimiyle ''melek'' olmuştu... ailesi, tanıyanlar ve yakınları çok üzüldü çok ağladı. bütün ölümü tadanların gitmesini alışıldığı gibi onun da gitmesine alışılmıştı bir süre sonra ama ben unutmadım hiçbir zaman.

Şimdi diyebilirsiniz ki: nereden biliyorsun? bu masal mı hikaye mi? yoksa kurgu mu? ya da sen kimsin? hepsini tek kelimeyle cevaplayım: ben o'nun içindeki küçük çocuktum, çocukluğuydum.

8 Eylül 2012 Cumartesi

Sosyal blog

Blogger oldum olalı (kaç gün oldu inanın bilmiyorum) hiçbir şey yazamamam sanırım takdire şayandır. Bu blogta her şey olacaktır, konusu yok. Konusuz yani. Aklıma eseni yazacağım genellikle. Acemilikte sınır tanımam ama işi öğrenirsem o zaman korkun. :) İsmail Abi'nin blogla imtihanıyla bitiriyorum blog yazısını, şimdilik.